Modern İnsanın Varoluşsal Çıkmazı ve Hakikate Dönüş: Tasavvufi Bir Bakış
Modern İnsanın Varoluşsal Çıkmazı ve Hakikate Dönüş: Tasavvufi Bir Bakış
Cevat ORHAN
Günümüz dünyasının çalkantıları, bireyin iç dünyasında yankı bulan derin kaygılarla birleşerek onu varoluşsal bir arayışa itmektedir. Bu makale, modern insanın yüzleştiği sorunları, tasavvufun kadim bilgeliği ve özellikle de İbn-i Arabi'nin varlık felsefesiyle birleştirerek, farklı bir idrak penceresi sunmayı amaçlamaktadır.
Farabi'nin kadim bilgeliği, insanın varoluşsal arayışına yüzyıllar öncesinden ışık tutar niteliktedir. Onun "Ey Zorunlu Varlık!" diye başlayan duası, bu arayışın başlangıç noktasını ve yönünü açıkça ortaya koyar:
Farabi'nin Duası'ndan Bir Bölüm
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum!
Ey Zorunlu Varlık! Ey sebeplerin sebebi, ezelî ve ebedî olan Allah'ım! Beni yanılgılardan korumanı, bana senin hoşnut olacağın eylemi emel yapmanı istiyorum!
Ey bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah'ım! Bana bütün iyi hasletleri bahşet, işlerimde güzel neticeler ver, gayelerimde ve isteklerimde beni başarılı kıl! Evende nehirlerin coşkun aktığı gibi aktığı yedi yıldızın sahibi, aydınlatıcısı olan Ya Rabbim! O yıldızlar onun iyilikleriyle bütün cevheri kuşatan iradesiyle işlerini yaparlar.
Allah'ım bana güzellik elbiselerini giydir. İyilik ve güzellikler ver. Peygamberlerin kerametlerini ve zenginlerin saadetini, bilgelerin ilimlerini, muttakilerin mutluluklarını ver. Sen öyle yüce bir varlıksın ki, senden başka ilah yoktur! Varlıkların yegâne sebebi, yerin ve göğün nuru Sensin.
Ey ululuk ve iyilik sahibi Allah'ım! Ruhumu hikmet nuruyla süsle! Bağış olarak benim için takdir ettiğin nimeti (şükrünü) bana ilham et! Bana hakkı hak olarak göster ve ona uymanın yolunu ilham et! Bana batılı batıl olarak göster ve beni batıla inanmaktan ve batılı dinlemekten koru. Nefsimi ilk maddenin yapısından temizle. Şüphesiz ki sen ilk nedensin. Sebeb-ül Esbab'sın (Sebeplerin Sebebisin).
...
Allah'ım! Bana vereceğin yeterliliği, gücü, topraksı cisimler ve varlıkla ilgili olan düşünceler arasındaki yerilmiş ilişkilerimi kesmem bir sebep kıl; hikmeti ve ruhumu ilahi alemler ve yüce ruhlarla birlikte olmaya vesile kıl."
I. Çağdaş İnsanın Derinliksiz Yaşamı ve Manevi Boşluk
Sohbetlerimizde sıklıkla dile getirdiğimiz gibi, modern insan, amaçsızlık, ideallerden yoksunluk ve derinliksiz bir yaşantı içinde debelenmektedir. Hayatın sadece maddesel tüketim, yeme, içme ve eğlenceye indirgenmesi, bireyleri içsel bir bunalım ve ruhsuzluğa sürüklemektedir. Etik değerlerin erozyona uğraması, yalan, kıskançlık ve iftira gibi düşük frekanslı duyguların yaygınlaşmasıyla perçinlenmektedir. Toplumların adeta sürü psikolojisine bürünmesi, eleştirel düşünmeden uzaklaşması ve iradesizleşmesi, bu manevi çöküşün somut birer göstergesidir.
Eğitim sistemlerinin ve hatta ne yazık ki bazı dini rehberlerin bile bu maddesel döngüden çıkamaması, insanın doğuştan gelen onur ve şerefinin, "her canlının eşsiz bir varlık olduğu" anlayışının göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu eşsizlik, İbn-i Arabi'nin vahdet-i vücud anlayışı çerçevesinde, her varlığın İlahi Tecelli'nin bir parçası olmasından kaynaklanır. Her canlının temelinde yatan bu birliğin göz ardı edilmesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "o da bir insan" diyerek Yahudi cenazesine gösterdiği evrensel saygının dahi unutulduğu, temel insaniyet paydasının kaybolduğu bir tablo çizmektedir. Dünya, Kadîr-i Mutlak'ın yarattığı o eşsiz tecelligah olmaktan çıkıp, sadece madde ve teknolojiden ibaret, içi boşaltılmış bir sahneye dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu durum, aynı zamanda Filistin, Arakan, Uygur Türkleri gibi dünyanın birçok yerinde sırf inançları yüzünden zulüm gören, temel ihtiyaçları dahi engellenen insanların acısını da yansıtmaktadır. Irkçı ve ayrımcı zihniyetler, insanlığın bu evrensel değerlerinden ne kadar uzaklaştığını, vahdet bilincinden ne denli uzaklaşıldığını göstermektedir.
II. Varlık-Yokluk Paradoksu ve İlahi Tecelli
Tasavvuf felsefesi, varoluşun bu görünürdeki kaosu karşısında derin bir açıklama sunar. Varlığın olabilmesi için yokluğun olmazsa olmazlığı ilkesi, bizim maddi algımızın ötesinde bir hakikate işaret eder. Bu çerçevede, "Yokluğun da yaratılmış olması" kavramı büyük önem taşır. Yokluk, sadece bir "hiçlik" değil, tıpkı varlık gibi Kadîr-i Mutlak tarafından yaratılmış bir durumdur. İbn-i Arabi'nin "A'yan-ı Sâbite" (Sabit Hakikatler) kavramında olduğu gibi, her şey varlık alanına çıkmadan önce bir "yokluk" halindeki potansiyelini taşır.
Bu "yokluk" hali, aynı zamanda sohbetlerimizde değindiğimiz Mutlak Hiçlik kavramıyla örtüşür. Mutlak Hiçlik, Kadîr-i Mutlak olan Allah'ın zatında, Levh-i Mahfuz'un ve hatta bilincin de üstünde olan, her şeyin programının ve potansiyelinin bulunduğu o nihai "durum" veya "kaynak"tır. Bu bağlamda, Mutlak Hiçlik, hem varlık alemini hem de yokluk alemini kendi ilminde, yani O'nun zatında barındıran sonsuzluktur. Eğer bu Mutlak Hiçlik yani Kadîr-i Mutlak'ın ilminde saklı olan bu potansiyel yaratılmasaydı, varoluşun tecellisi söz konusu olamazdı; zira varlık, yoklukla anlam kazanır, tıpkı ışığın karanlıkla, sesin sessizlikle anlaşılması gibi.
Bu bakış açısı, varoluşu saf ışıktan (Melekût âlemi) enerjiye, enerjiden madde âlemine bir akış olarak görmemizi sağlar. Bu akış içerisinde, madde aleminden çok daha önce, tüm yaratılmışların ruhlarının belirlendiği ve var kılındığı "ruhlar alemi" de ilahi tecellinin ilk ve en lâtif mertebelerindendir. Ruhlar alemi, Melekût alemiyle bağlantılı olmakla birlikte, varlıkların asıl başlangıç noktalarından birini oluşturur. "Big Bang" teorisi gibi bilimsel açılımlar dahi, bu ilk varoluşsal "patlama"nın, yokluktan varlığa geçişin bir tecellisi olabileceğini düşündürür. Kadîr-i Mutlak'ın "Ol" emri, sadece var olanı değil, aynı zamanda varlığın mümkün olabilmesi için gerekli olan Mutlak Hiçlik halini ve tüm alemleri varlığa dahil eder. Bu, O'nun sonsuz ve mutlak kudretinin bir göstergesidir.
III. İnsanın Sınırlı Algısı ve Kozmik Boyutlar
İnsan, evreni kendi sınırlı beş duyusu ve teknolojik araçlarıyla algılamaya çalışan, ancak bu çabasında dahi eksik kalan bir varlıktır. Bilimsel olarak ortaya koyduğumuz kurallar ve teoriler (örneğin, evrenimizdeki fizik yasaları), içinde yaşadığımız belirli bir ortama uygun veriler ve kurallarımızdır. Bu, Kadîr-i Mutlak'ın yaratışının, yaratma ve yok etme sırrının dahi bizim idrakimizin çok ötesinde olduğunu gösterir. O, bizim anladığımız zaman, mekân ve şekil kavramlarının üstündedir; sonsuz bir gücü temsil eder. Varlık, yokluk veya herhangi bir kelimeyle tanımlanamayan, ancak Taha Suresi'nde de belirtildiği üzere kendisini "Allah" olarak tanıtan Kadîr-i Mutlak bir Güç'tür.
Multivers (çoklu evrenler) kavramı ve sonsuz boyutların var olma olasılığı, bu sınırlılığımızı daha da belirginleştirir. Gördüğümüz evrenin yaklaşık %95'ini oluşturan karanlık madde ve enerji gibi bilinmezler, insan algısının ve bilimsel araçlarının ne denli kısıtlı olduğunu ortaya koyar. İnsan, kendi sınırlı aklıyla bu sonsuz sırları çözmeye çalışırken, kendini yanıltma, hatta kendine ihanet etme noktasına gelebilir. Kendi nefsine yenik düşmesi, aklının ve zihninin önündeki perdeleri kaldıramaması, kalbini perdelemesi gibi durumlar, insanın acizliğini ve kendi eliyle yarattığı çağdaş "putlara" tapmasını gösterir. Hilafet makamında olan insanın, aslında acziyetini unutup ilahi güce ortak olmaya çalışması büyük bir sapmadır.
Yapay zeka gibi ileri teknolojiler dahi, insanın aynasıdır. Faydaya kullanılırsa hizmetkâr, yıkıma kullanılırsa köleleştiren bir tehdit haline gelir. Bu durum, insanın kendi elleriyle yaptıklarını ilahlaştırması, hatta kendini Firavun gibi ilahlaştırması anlamına gelir.
IV. İçsel Devrim ve Hakikate Dönüş Yolculuğu
Bu kaotik tabloda gerçek çıkış yolu, bireyin içsel bir devrim gerçekleştirmesidir. Dışarıdaki zulüm ve maddesel yozlaşmaya rağmen, "can çıkmadıkça umut kesilmez" şiarıyla hakikate yönelmek esastır. Bu devrim, insanın yanlışları fark etmesi, kalbinin boşluğunu hakikatle doldurmasıyla başlar.
İbn-i Arabi'nin "Vahdet-i Vücud" (Varlığın Birliği) düşüncesiyle de örtüşen bu içsel yolculukta, kişi aklı, kalbi ve zihni hizalayarak kendini sorgular ve hakikate yönelir. Bu hizalanma, bireyi "insan olduğunun farkına vardırma," yani İnsan-ı Kâmil idealine ulaşma, manevi idrak düzeyine yükselme ve "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" (Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz) sırrını kavramasıdır. Bu, bireyin tekamül yolculuğuna çıkması, hayatın anlamını kavraması ve yaratılışının en güzel mertebesi olan ahsen-i takvim'e yükselme çabasıdır. Tüm insanların yaratılış gayesi budur.
Peygamberler ve tarihteki öncüler (Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed s.a.v.) bu içsel devrimin ve toplumsal dönüşümün en büyük örnekleridir. Onlar, sapkınlığın ve zulmün kol gezdiği dönemlerde, hakikati haykırarak, insanların kalplerindeki perdeleri kaldırmaya çalıştılar. Toplumun dönüştürücü gücünün yine insandan geldiği, toplumsal patlamaların kaçınılmaz olduğu ve bunun bir kıvılcıma baktığı, bu öncülerin mirasıyla sabittir.
V. Evrensel Uyum ve Teslimiyetin Kurtuluşu
Nihayetinde, insanlığın gerçek kurtuluşu ve dünyanın bir cennete dönüşmesi, insan frekanslarının ilahi olanla uyumlanmasıyla gerçekleşecektir. Kıskançlık, haset, fesat gibi düşük frekanslı duygulardan vazgeçilip, yerini iyilik, güzellik, hak, hakikat, saygı, sevgi ve paylaşımcı bir ruhun alması gerekir. Bu olumlu frekanslar her yere yayıldığında, her türlü ırkçılık ve ayrımcılık sona erecek, "güzel bakan güzel görür" şiarıyla üst düzey bir toplum inşa edilecektir. Bu, İbn-i Arabi'nin "Vahdet-i Şuhud" (Şahitliklerin Birliği) anlayışıyla da desteklenir; farklılıkların arkasındaki birliği görebilme ve yaşayabilme halidir. "Ya Herro Ya Merro" ifadesiyle, insanlığın bu keskin ayrımda doğru frekansları seçmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
İnsan, tıpkı okyanustan sıçrayan ve tekrar okyanusa dönen bir damla gibidir. Bu benzetme, insanın Mutlak Varlık'tan geldiğini, dünyadaki geçici yolculuğunun ardından tekrar O'na döneceğini ifade eder. Bu dönüş, bir teslimiyet halidir; kendi sınırlı iradesinin ötesinde, Mutlak Güç'ün sonsuz bilgeliğine güvenmektir. İşte bu tam teslimiyetle insan, gerçek huzura ve kurtuluşa ulaşır. İnsan, nefsine yenik düştüğünde ya pişmanlık duyarak tövbe eder ya da İnsan-ı Kâmil olarak O'nun huzuruna çıkar. Başka bir yolu yoktur.
Cevat ORHAN
Yorumlar
Yorum Gönder