Dogmanın Ötesinde Bir Hakikat: Mutlak Sonsuz'dan Kuantum Hakikatine

Dogmanın Ötesinde Bir Hakikat: Mutlak Sonsuz'dan Kuantum Hakikatine

‎Yazar: Cevat ORHAN

‎Giriş: Dogmatik Bilimin Temelleri ve Yıkılışı

‎ 20. yüzyıl, bilimin köklü bir dönüşümden geçtiği, dogmatik inançların sarsıldığı bir dönemdir. Antik Çağ'da Miletli Thales ve Aristo ile başlayan evreni akıl ve gözlemle anlama çabası, Isaac Newton'ın Principia Mathematica eseriyle doruk noktasına ulaşmıştı. Newton, evreni matematiksel ve öngörülebilir yasalarla yönetilen mekanik bir sistem olarak tanımlıyordu. Bu "Newtoncu paradigma", iki yüzyılı aşkın süre bilime egemen oldu. Ancak 1900'lerin başında Albert Einstein'ın Görelilik Kuramı ve Max Planck'ın kuantum teorisi, bu mutlak ve deterministik dünya görüşünün sınırlılıklarını ortaya koyarak devrimsel bir dönüşümün fitilini ateşledi. Bu dönüşüm, doğanın aslında bizim sığ algılarımızdan çok daha derin, ilişkisel ve belirsiz olduğunu gösteriyordu.

‎Görelilik Kuramı: Zaman ve Mekânın Göreceliği

‎Albert Einstein, 1905'teki "mucizevi yılı"nda yayımladığı makalelerle fiziğin temelini sarstı. Işığın hızının mutlak olduğu gerçeğinden hareketle, Newton'ın mutlak hız kavramını reddetti. Michelson-Morley deneyi, "ışık saçan eter" hipotezini çürüterek bu radikal fikri desteklemişti. Einstein'ın bu bulguları, onun özel görelilik kuramı ile sonuçlandı ve "ışığın hızı, herhangi bir eylemsiz çerçevede sabittir" ilkesini ortaya koydu. Bu, bizim Mutlak sonsuz felsefemizle örtüşen bir düşünceydi: Burada mutlak sonsuz olarak nitelendirmemiz, mutlak kudret sahibinin sonsuzluğunu ve onun bizim aklımızla ve idrakimizle algılanamayacağını ifade eder. Evren, sadece tek bir referans noktasına göre değil, her yerden geçerli olan evrensel bir yasaya göre işliyordu. Genel görelilik ise yerçekimini bir kuvvetten ziyade, uzay-zamanın bükülme alanı olarak tanımlayarak, evrenin mekanik bir makineden çok daha dinamik ve ilişkisel bir yapıda olduğunu gösterdi.

‎Burada, "ışık hızı herhangi bir eylemsiz çerçevede sabittir" ifadesi kritik bir nüansa işaret eder. Bu, hızlanan ya da ivmelenen bir referans sisteminde, gözlemcinin ışığın hızını kendi ölçümüne göre sabit algıladığı anlamına gelir. Bu durum, zamanın ve mesafenin gözlemciye göre değiştiği, ancak ışığın hızının temel bir gerçeklik olarak değişmediği anlamına gelir. Tıpkı kuantum mekaniğindeki belirsizlik gibi, evrenin temel kuralları da gözlemcinin durumuna göre farklılık gösterir. Ancak değişmeyen tek şey, ışığın hızının kendisidir. Bu da Mutlak sonsuz olan, nihai gerçeklik ve Mutlak kudret sahibi Allah'ın değişmezliğine işaret eder. Değişenler ve göreceli sistemler ancak O'nun yarattıkları olan mahlukatın ve O'nun yaratmasının ve bilgisinin sonsuz versiyonlara sahip olduğunu gösterir; O'nun kendisi ise değişmez ve mutlak olandır.

‎Kuantum Mekaniği: Dogmatizme Karşı Belirsizlik ve Olasılık

‎Newton fiziğinin yetersiz kaldığı atom altı dünyayı açıklamak için kuantum mekaniği doğdu. Max Planck, kara cisim radyasyonu sorununa çözüm ararken, enerjinin sürekli değil, "kuantum" adı verilen ayrık paketler halinde yayıldığını keşfetti. Bu fikir, Albert Einstein'ın fotoelektrik etkiyi açıklamasıyla doğrulandı ve ışığın hem dalga hem de parçacık özelliklerini taşıdığı anlaşıldı. Bu ikili doğa, "hiçbir şey bireysel değil, ilişkisel ve döngüseldir" felsefemizle doğrudan bağlantılıdır.

‎Ancak asıl darbe Werner Heisenberg'in belirsizlik ilkesi ve Niels Bohr'un tamamlayıcılık ilkesiyle geldi.

‎ * Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, bir parçacığın konumunun ve momentumunun aynı anda kesin olarak ölçülemeyeceğini söylüyordu. Bu, klasik fizikteki realizm (ölçülmeden önce özelliklerin var olması) ilkesini yerle bir etti.

‎ * Bohr'un tamamlayıcılık ilkesi ise, bir parçacığın aynı anda hem dalga hem de parçacık olduğunu ancak her deneyin sadece birini gözlemleyebileceğini ortaya koydu.

‎Bu durum, Einstein ve Bohr arasında Solvay Konferansı'nda büyük bir tartışmaya yol açtı. Einstein, "Tanrı zar atmaz" diyerek kuantumun olasılıksal ve belirsiz doğasına karşı çıktı. Ancak Einstein, yaratılışın durağan olmadığını ve Kur'an'daki "O, her an (yaratma) işindedir." (Rahman, 55:29) ayetindeki nüansı gözden kaçırmıştı. O, yaratılışın sadece belirli kurallar çerçevesinde statik olmadığını, sürekli dinamik ve yeni yaratış modellerinin aslında sonsuz kudret sahibinin sınırsız bilgisinden yansıyan sınırsız versiyonlarla dolu olduğunu fark edememişti. Bu yeni ve değişken yaratma durumlarını insan zekâsı sadece olasılık olarak algıladığından, Einstein "Tanrı zar atmaz" açıklamasını kullanmıştır. Kuantum fiziği, her ölçümün gözlemlenen sistemi etkilediğini ve dolayısıyla mutlak, nesnel bir gerçekliğin olmadığını kanıtlıyordu.

‎Frekans, Titreşim ve Enerji: Varlığın Ortak Dili

‎Kuantum mekaniğinin en temel keşiflerinden biri, evrenin en küçük yapı taşlarının bile sürekli bir titreşim ve enerji yaydığıdır. Klasik fizikteki durağan ve katı madde anlayışının aksine, atomlar ve atom altı parçacıklar, aslında belirli frekanslarda titreşen enerji paketleridir. Bu, sadece fizikte değil, aynı zamanda binlerce yıllık Doğu ve mistik felsefelerde de karşımıza çıkan bir düşüncedir.

‎ * Frekans ve Titreşim: Fiziksel varlıklar, ses dalgaları, ışık ve hatta madde, belli bir frekansta titreşen enerjiden oluşur. Bu, evrenin durağan bir tablo değil, sürekli bir hareket ve dinamik bir enerji ağı olduğu anlamına gelir.

‎ * Enerji: Kuantum alan teorisi, boşluğun bile sürekli enerji dalgalanmalarıyla dolu olduğunu gösterir. Bu, her şeyin temelinde, "hiçlik" gibi görünen bir durumdan sürekli olarak yeni potansiyellerin ortaya çıktığı sonsuz bir enerji kaynağı olduğunu düşündürür.

‎Bu üçlü, makalemizin en önemli kavramlarından biri olan Mutlak sonsuz'un bilimsel bir yansımasıdır. Maddi dünyanın görünür çeşitliliği ve karmaşıklığı, aslında tek bir kaynaktan, yani enerji, frekans ve titreşimden ibarettir. Bu, modern bilimin, İbn-i Arabi'nin Vahdet-i Vücud öğretisinde ve tasavvufta bahsedilen "her şeyin tek bir kaynaktan tezahür etmesi" felsefesiyle ne kadar yakın bir noktaya geldiğini gösterir. Bu üçlü, aynı zamanda, fiziksel, ruhsal ve manevi âlemler arasındaki bağlantıyı da açıklar. Bilim, artık maddenin en derin katmanlarında titreşimin ve enerjinin birincil olduğunu gösterirken, mistik öğretiler de evrenin bu temel dilini, yani titreşim ve frekans yoluyla ilahi olana ulaşmayı hedefler. Böylece, Tesla'nın elektrik ve titreşim konusundaki çalışmaları, Platon'un idealar dünyasıyla ve Kur'an'ın "yaratış hali" ile aynı evrensel gerçeğe işaret eder.

‎İlahi Nizam ve Evrensel Ayetler

‎Bilimin bu dönüşümü, Kur'an'da evrenin yaratılışını ve işleyişini anlatan ayetlerle de şaşırtıcı bir paralellik kurar. Kur'an, evrendeki her şeyin bir amaç, düzen ve ahenk içinde yaratıldığını vurgular.

‎ * "O, yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratmıştır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun?" (Mülk, 67:3) Bu ayet, Newton'ın evreni mekanik ve öngörülebilir bir sistem olarak görme çabasını aşan, ilahi bir nizam ve mükemmellikten bahseder.

‎ * "Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır ki, hepsi aynı su ile sulanır. (Böyle iken) verdikleri ürünlerde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır." (Ra'd, 13:4) Bu ayet ise, tek bir kaynaktan (aynı su) çıkan sonsuz çeşitliliği ve karmaşıklığı anlatır. Kuantum fiziğindeki "kimliksizlik" ve "olasılık" kavramları gibi, evrendeki yaratılış da statik bir kalıba sığdırılamaz.

‎Varlık Felsefesi: Doğudan Batıya Birleşme

‎Bu bilimsel devrim, binlerce yıl önceki felsefi arayışlarla rezonans kuruyordu. Platon'un idealar dünyası, İbn-i Arabi'nin Vahdet-i Vücud'u ve Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hakk" (Ben Hakk'ım) söylemi, fiziksel dünyanın ötesinde, her şeyin birbiriyle anlık bir bağa sahip olduğu ve varlığın bir bütünün parçası olduğu fikrini savunuyordu. Kuantum fiziğindeki korelasyon ve kimliksizlik, bu manevi ve felsefi görüşleri bilimsel olarak destekler hale geldi.

‎Sonuç olarak, Newton fiziği ve onun getirdiği determinist, yerel gerçekçi dünya görüşü, insanın, ilahi olanı ve sonsuzluğu statik, durağan ve kısıtlı bir kalıba sokma çabasının bir yansımasıydı. Ancak, modern fizik, tüm bu dogmaları yıkarak, evrenin sonsuz bir potansiyel ve bağlantı ağı olduğunu kanıtladı. Bu, sadece bilimin değil, felsefenin ve dinin de dogmatik ruhbanlıklardan kurtulması gerektiğini gösteren evrensel bir ders niteliğindedir. Çünkü Mutlak sonsuz olan mutlak kudret sahibi Allah, hiçbir zaman tek bir teori, tek bir dogma veya tek bir düşünce kalıbıyla tam olarak anlaşılamayacak olan nihai bir hakikattir.                      Cevat ORHAN 

Yorumlar

Popüler Yayınlar