Mutlak Olan Kadîr-i Mutlak'tan Sınırsız Tecellilere: Varlığın ve Anlamın Kesişim Noktası
Mutlak Olan Kadîr-i Mutlak'tan Sınırsız Tecellilere: Varlığın ve Anlamın Kesişim Noktası
Yazar: Cevat Orhan
Felsefe, bilim ve maneviyat, insanlık tarihi boyunca varoluşun en temel sorusuna cevap aramıştır: “Neden varız ve bu varoluşun kaynağı nedir?” Bu soruların peşinde, farklı medeniyetler ve düşünce okulları, birbirine benzer ancak farklı dillerle tanımlanan ortak bir noktaya işaret etmiştir. Sohbetimiz boyunca ele aldığımız ve mutlak olan o Hal olarak tanımladığımız bu nihai durum, tüm bu arayışların kesişim noktasıdır. O, neyin var olduğu sorusundan önce, varoluşun programının ve potansiyelinin bulunduğu, bilincin dahi ötesinde olan bir kaynaktır.
Burada kullanacağımız kavramların (tecelli, yansıma vb.) yalnızca konuyu anlamak ve anlatmak maksadıyla kullanıldığını belirtmek isteriz. Bu kavramlar, insan aklının ve kalbinin bir hisle ele aldığı bu konuyu anlatmada yetersiz kalır. Şüphesiz ki, en doğrusunu Mutlak olan Kadîr-i Mutlak bilir.
Bu makalede, bu derin felsefi kavramı, Kur'an ayetlerinin ışığında, kuantum fiziğinin modern keşifleriyle ve Aristo'dan İbn-i Arabi'ye uzanan geniş bir düşünce yelpazesiyle harmanlayarak anlamaya çalışacağız. Amacımız, bu farklı disiplinlerin, tek bir büyük gerçeğe nasıl işaret ettiğini göstermek ve bu anlayışın, modern insanın yaşadığı varoluşsal krize nasıl bir çözüm sunabileceğini ortaya koymaktır.
Varlığın Ötesi ve Kur'an'daki İşaretler
İslam düşüncesi, varoluşun kaynağını, zaman ve mekândan münezzeh, idrak edilemez bir varlık olan Allah'a atfeder. Kur'an-ı Kerim, bu sonsuz ve aşkın varlığı tanımlarken kullandığı ayetlerle, bizim mutlak olan o Hal olarak adlandırdığımız nihai durumun fiziksel ve zihinsel sınırları aşan doğasına ışık tutar. Her şeyin "Kun" (Ol) emriyle yaratılması, Yaratıcı'nın yaratmadan önce herhangi bir şeye ihtiyaç duymadığını, kendi zatıyla kaim olduğunu gösterir.
"O, gökleri ve yeri, yoktan var edendir. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece 'Ol!' der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117. Ayet)
Bu durum, varlığın ve yokluğun ötesinde, her şeyin programının bulunduğu bir "hal"in varlığına işaret eder.
"Gözler O'nu idrak edemez, O ise gözleri idrak eder. O, lütuf sahibidir, her şeyden haberdardır." (En'am Suresi, 103. Ayet) ayeti, o nihai halin, sınırlı algı ve idrak yetilerimizle kavranamayacağını, ancak bizim varlığımızı ve tüm algılarımızı kapsadığını gösterir. Mutlak olanın zatı, bizim "varlık" ve "yokluk" gibi ikili kavramlarımızla sınırlanamaz. Bu, her şeyin "O'ndan geldiği ve O'na döneceği" düşüncesiyle de uyum içerisindedir.
"Allah'a döneceksiniz." (Bakara Suresi, 281. Ayet)
Bilim ve Mutlak olan O Hal: Kuantum Fiziği Perspektifi
İslam düşüncesinin manevi bir yaklaşımla tanımladığı mutlak olan o Hal, modern bilimin en soyut alanı olan kuantum fiziğiyle şaşırtıcı benzerlikler taşır. Kuantum mekaniği, makro dünyada geçerli olan neden-sonuç ilişkilerini ve kesinlikleri yıkarak, bizlere olasılıklar ve potansiyellerle dolu, akıl almaz bir evren sunar.
Kuantum fiziğinin temelinde yer alan Belirsizlik İlkesi, bir parçacığın konumunun ve momentumunun aynı anda kesin olarak bilinemeyeceğini söyler. Bu durum, parçacığın, ölçüm yapılana kadar belirli bir konumda değil, adeta tüm olası konumlarda aynı anda "var olan" bir potansiyel bulutu (dalga fonksiyonu) içinde bulunduğunu gösterir. Bu, sohbetimizde dile getirdiğimiz "her şey, hiçbir şey olabilir" fikrinin bilimsel bir yansımasıdır.
Ayrıca, modern kozmoloji, evrenin "hiçlikten" veya daha doğru bir ifadeyle, "sıfır noktası enerjisi" adı verilen potansiyel dolu bir boşluktan ortaya çıktığını öne sürer. Bu fiziksel boşluk, bizim felsefi olarak tanımladığımız mutlak olan o Hal'in, bilimin diliyle ifade edilmiş bir versiyonu olabilir. Bu haliyle, bilim, varoluşun kaynağının, somut bir varlık değil, ancak sınırsız potansiyel taşıyan bir "hal" olduğunu destekler. Evrenin sürekli yaratım içinde olması, o nihai halin bitip tükenmeyen yaratma tecellisinin bir delilidir.
"O, mahlûkatı ilk defa yaratan, sonra da yeniden yaratacak olandır. Bu O'nun için pek kolaydır." (Rum Suresi, 27. Ayet)
Felsefe ve Hikmet Yolu: Aristo'dan İbn-i Arabi'ye
Varlığın kökeni ve insanın bu varoluş içindeki yeri sorusu, tarih boyunca pek çok filozofun ve arifin zihnini meşgul etmiştir. Bu arayış, mutlak olan o Hal'in farklı isimlerle ve öğretilerle nasıl ele alındığını gösterir.
Aristo, evrendeki tüm hareketin ve değişimin bir "İlk Hareket Ettirici"den kaynaklandığını öne sürmüştür. Bu "İlk Hareket Ettirici", kendisi hareket etmeyen, ancak tüm harekete neden olan bir varlıktır. Bu kavram, Farabi gibi İslam filozofları tarafından da yorumlanarak, bizim mutlak olan o Hal olarak tanımladığımız, hiçbir şeye benzemeyen ama her şeyin kaynağı olan o nihai durum ile ilişkilendirilmiştir.
Ancak bu konuyu en derinlemesine işleyenlerden biri İbn-i Arabi olmuştur. O'nun "Vahdet-i Vücud" (Varlığın Birliği) öğretisi, evrendeki her şeyin aslında tek bir varlığın tecellisi olduğunu savunur. Evren, mutlak olanın kendisini yansıttığı bir ayna gibidir. Sohbetimizde bahsettiğimiz "yansımalar" ve "tecelliler" kavramı, bu öğretiyle doğrudan örtüşür. İbn-i Arabi'ye göre, bu tecelliler sınırsızdır ve her tecelli, o sonsuz kaynağın bir yönünü, bir ismini veya bir sıfatını açığa vurur.
"O (Allah) her şeye kadirdir." (Bakara Suresi, 20. Ayet)
Akıl ve Kalp: Varlığın Bütününe İki Farklı Bakış
O sonsuz halin tecellilerini anlamak için insanlık, tarihi boyunca birbirinden farklı iki temel yolu takip etmiştir: akıl ve kalp. Bu iki yol, varoluşun kaynağına ulaşma çabası olarak, kimi zaman karşıt gibi görünse de, aslında birbirini tamamlayan yollardır. Bu durumu en iyi anlatanlardan biri Mevlânâ, diğeri ise İbn Rüşd'dür. Bu iki yaklaşımın sentezi, gerçeği tam olarak idrak etmenin yolunun aklın ve kalbin hizalanmasından geçtiğini gösterir.
Mevlânâ, varoluşun hakikatine giden yolun anahtarı olarak ilahi aşkı gösterir. Ona göre, akıl, sınırlı bir araçtır ve sonsuz olanı tek başına idrak edemez. Aşk ise, kalbin gözünü açarak o nihai halin tüm varlıklardaki güzelliğini ve tecellisini doğrudan hissetmemizi sağlar. Bu, Kur'an'da yer alan "şükretmek" eylemiyle birebir örtüşür.
"Eğer şükrederseniz, size olan nimetimi artırırım." (İbrahim Suresi, 7. Ayet)
Diğer yandan, İbn Rüşd, aklın ve mantığın o nihai halin tecellilerini anlamada kritik bir rol oynadığını savunur. Onun yaklaşımı, bilimin ve felsefenin de aslında varlığın birliği fikrine hizmet ettiğini, yani farklı bir dille aynı hakikate işaret ettiğini gösterir. Bu da "akletmek" ilkesiyle paralellik gösterir.
"Düşünmez misiniz?" (Yunus Suresi, 16. Ayet)
Akıl ve kalbin hizalanması, sadece bilmek değil, aynı zamanda hissetmek demektir. Bu hizalanma sayesinde, bir kar tanesinin mükemmel geometrisinin bilimsel yasalarını takdir ederken, aynı zamanda bu mükemmelliğin kalpte uyandırdığı manevi duyguları hissedebiliriz. Bu da bizi İnsan-ı Kâmil mertebesine taşıyan temel koşuldur.
Ahlak ve Teslimiyet: Yesevi'den Yunus'a
Mutlak olan o Hal'in tecellileri ve varlığın birliği fikri, soyut birer kavram olmanın ötesinde, insanın dünyadaki yaşamına yön veren somut bir ahlak felsefesine dönüşür. Tasavvuf ve irfan geleneği, bu dönüşümün en önemli temsilcilerini yetiştirmiştir. Yesevi'den Yunus Emre'ye, bu yolun takipçileri, insanı "esfel-i safilin" (aşağıların en aşağısı) durumundan, "ahsen-i takvim" (en güzel biçim) seviyesine yükseltmeyi hedeflemiştir.
"Andolsun ki biz, insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik." (Tin Suresi, 4-5. Ayet)
Bu yolculuk, egonun ve benliğin (enaniyetin) çözülmesiyle başlar. Yunus Emre'nin "Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü" sözü, bu felsefenin en özlü ifadesidir. Bu anlayışa göre, her varlıkta o sonsuz hallerin yansımasını görmek, diğer insanlara, hayvanlara ve doğaya karşı duyulan sevgi ve saygının kaynağı olur. Bu, ekolojik kriz gibi küresel sorunlara da manevi bir çözüm sunar.
Bu yolda ilerleyen insan, kendi iradesini o büyük bütünün akışına teslim eder. Bu teslimiyet, pasif bir kabulleniş değil, bilinçli bir seçimdir. Abdülkadir Geylani'nin öğretilerinde vurguladığı gibi, teslimiyet, tüm geçici dünya hırslarından arınarak, kendi özünü keşfetmeye odaklanmaktır.
Bilimsel Keşifler ve Kadîr-i Mutlak'ın İlim Sıfatı
Bilimsellik de, bilim yine insanın Yaratıcının yarattıklarından esinlenerek sonuca vardığı bir sunumdur. Teknoloji de aynı şekildedir. Aslında bunu insanın kendine mal etmesi, egosunu tatminden başka bir şey değildir. Bütün bunlar, Mutlak olan Kadîr-i Mutlak'ın ilim sıfatının bir yansımasıdır. Bu anlayış, insanın tüm keşif ve icatlarını birer tevazu ve şükür vesilesine dönüştürür. İnsan, bu süreçte sadece bir aracıdır ve bu farkındalık, onu kibirden ve benlik duygusundan korur.
Sonuç
Bu makale boyunca, mutlak olan o Hal'den başlayan felsefi yolculuğumuzun, Kuran'ın ebedi bilgeliği, kuantum fiziğinin modern keşifleri, Aristo ve İbn-i Arabi gibi düşünürlerin derinliği ve Yunus Emre gibi ariflerin ahlaki öğretileriyle nasıl birleştiğini gördük. Varlığın ve yokluğun ötesindeki o nihai halin, sınırsız tecellileriyle evreni ve tüm yaşamı nasıl şekillendirdiğini anlamaya çalıştık.
Bu tecellileri fark etmek, insanın kendi varoluş amacını keşfetmesi için hayati bir adımdır. Bu farkındalıkla, insan, geçici dünyanın yanlışlığını anlar ve "insan-ı kâmil" olma yolunda çaba gösterir. Bu dönüşüm, bireysel olmaktan çıkıp, tüm toplumsal problemlere, yalnızlık hissinden ekolojik krize kadar birçok soruna çözüm sunan bir potansiyel taşır. Zira mutlak olan o Hal'in bütünlüğünü idrak eden bir bilinç, ne kendisine ne de başka bir varlığa zarar verir. Bu anlayış, modern insanın aradığı anlamı, huzuru ve gerçek aidiyeti bulabileceği yegâne yoldur. C.ORHAN
Yorumlar
Yorum Gönder