Mutlak Olan'dan İnsanlığın Yüce Amacına: Varoluşa Dair Bir Tefekkür
Mutlak Olan'dan İnsanlığın Yüce Amacına: Varoluşa Dair Bir Tefekkür
Yazan: Cevat ORHAN
İnsanın Manevi Yolculuğu: Ahsen-i Takvîm'e Yükseliş
Bu varoluş serüveninde insana özel bir rol biçilmiştir. Kur'an-ı Kerim, insanı "ahsen-i takvîm" (en güzel biçimde) yarattığını belirtir. Ancak bu hikmet, ruhun yaratılış anına kadar uzanır.
Ruhlar yaratılış itibarıyla cinsiyetsizdir. Tüm ruhlar yaratıldığında, O'nun Rabbimiz olduğunu istisnasız bir şekilde benimsemişlerdir. Kur'an'ın ifadesiyle, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna tüm ruhlar "Evet" cevabını vermiştir. Bu, insanın ruhunda zaten var olan, yaratılış gayesiyle uyumlu temel bir gerçeği barındırdığı anlamına gelir. Dualite ya da polarite, maddesel insanın yaratılışından sonra, yani bedenlenmesi ve çoğalması için bu dünyada dişi ve erkek olarak yaratılması, biyolojik üretimin dışarıdan müdahale edilmemesi şeklinde olan döngü, aslında bu saf inancın üzerini örten bir perdedir. Çünkü insana akıl verilmiş ve aklederek, tefekkür ederek Rabbini bulması istenmiştir. Ve insana nefis, duygular, hisler, kalbi algılayış, aklı algılayış, zekâ gibi yetenekler verilmiş, hatta Allah'ın sıfatlarının cüz'i yansımaları insana verilmiştir. Bu itibarla insanın imtihanı, yeryüzüne uygun hâlde iki farklı cinsin yaratılması hikmetinde yatar. Yeryüzünün kullanılması emri onlara verilir. Âdem'in yaratılması ve halife kılınması, eşinin yaratılması ve yeryüzünde çoğalmaları, imtihan süreci olarak tüm insanlığın kemalata erişmesi anlamında bir imtihanı olarak değerlendirilir.
İnsan, bu fani dünyada esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı) durumundan çıkarak ahsen-i takvîm'e yükselmekle yükümlüdür. Tıpkı bir ağacın işlenerek sanat eserine dönüşmesi gibi, insan da bedenini, zihnini ve aklını eğiterek bu potansiyelini gerçekleştirmelidir. Bu yolculukta insan, hem ilahi bir kaderle belirlenmiş bir alanda bulunur hem de kendi cüz'i iradesiyle seçimler yaparak bu kaderi tecrübe eder. Asıl sorumluluk, bu özgür iradeyi, yaratılış amacına uygun şekilde kullanmaktır. Bu, benliği ve egoyu yıkarak yaratılış amacını gözeterek ve bu amaç doğrultusunda tam teslimiyete ulaşmaktır.
İnsan, bu yolculukta teklik âleminden, sayısız perdeyle dolu çokluk âlemine indirilmiştir. Bu durum, bir ceza değil, bir hikmettir. Bu karmaşık âlemde, insan iradesini kullanarak ilk sözleşmesini tekrar hatırlama ve gönüllü olarak O'na dönme fırsatı bulur.
İnsan potansiyelinin en doruk noktası ise Miraç hadisesinde somutlaşır. Miraç, fiziksel bir yolculuk değil, zamanın ve mekânın ötesinde yaşanan manevi bir "hal"e yükseliştir. O'nun en sevgili kulu olan Hz. Peygamber'in dahi belli bir noktadan sonra Cebrail (a.s.)'ı geride bırakması, nihai hakikatin yaratılmış hiçbir varlığın idrakine sığamayacağını gösterir. Bu yolculukta insan, kendini tanımakla yükümlüdür. O'na "ayna olma" durumu, O'nu yansıtmak değil, kendi acizliğini ve sınırlılığını idrak ederek, her şeyin kaynağının O olduğunu bilmektir. Bu durum, "Kendini bilen Rabbini bilir" hakikatine işaret eder.
Hakikat Yolunda Karşılaşılan Engeller ve Toplumsal Adalet
İnsanın bu yüce potansiyelini gerçekleştirmesinin önünde, bireysel ve toplumsal engeller bulunur. Modern toplumun hırs, savaş ve tüketim odaklı eğitim ve yaşam anlayışı, insanı "ahsen-i takvîm"den uzaklaştırarak "esfel-i sâfilîn" yönüne iter. Hakikati arayan bir birey, bu yalanlar dünyasında kendini yalnız ve yanlış anlaşılmış bulabilir. Bu yalnızlık, tarih boyunca hakikat yolcularının ortak kaderi olmuştur.
> Bakara Suresi, 170. Ayet: Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" dediler. Ya ataları hiçbir şeyi akıl etmeyen, doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar bile mi?
>
Bu ayet, insanın hakikati aramak yerine, kolay yolu seçerek geleneksel olana tutunma eğilimini açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum, toplumsal düzenin de hakikatten sapmasına neden olabilir. İşte bu noktada Şeyh Edebali'nin "Oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın" sözü, ideal bir yönetimin temelini belirler. Bu söz, devletin varoluş amacının, bireyin onurunu, adaletini ve ruhsal gelişimini korumak olduğunu vurgular. İnsana değer vermeyen, onu yaşatmayan bir devletin kendisi de varlığını sürdüremez. Böyle bir devlet, insanın ahsen-i takvîm yolunda ilerlemesi için gerekli zemini hazırlar.
Kur'an'ın Mucize Oluşu: Bilim ve Vahyin Birleşimi
Kur'an'ın mucize oluşu, sadece bilimsel gerçeklikleri işaret etmesinde değil, aynı zamanda evreni ve insanı anlama konusunda sunduğu bütüncül rehberlikte yatar ve vahiy, kozmik bir kaynaktan gelen bir frekans gibidir. Bu bilgi, Levh-i Mahfuz, Beytü'l-İzze ve Noosfer hiyerarşisi üzerinden insan bilincine ulaşır. Bu yapı, Big Bang ve kuantum teorisi gibi modern bilimsel keşiflerle uyum içinde bir yaratılış modelini ortaya koyar.
Kur'an'ın rehberliği, görelilik teorisi gibi hem evrensel hem de yereldir. Tüm çağlar ve toplumlar için geçerli olan adalet ve hak ilkelerini sunarken, aynı zamanda insanın davranışlarını düzenleyerek onu evrenin hikmetini anlamaya hazırlar. Bu rehberlik, sadece bilgi aktarımıyla sınırlı değildir. Tıpkı bir ustanın yanında yıllarca çalışan bir öğrenci gibi, insanın da bir rehbere (Peygambere) ihtiyaç duyması, vahyin bir yaşam tecrübesi ve manevi bir olgunlaşma süreci olduğunu gösterir.
Kur'an, en büyük mucizesini, insanın davranışlarını düzenleyerek onu hakikate ulaştırmasında gösterir. Bu sayede insan, dünyayı bir amaç değil, asıl olana ulaşmak için bir araç olarak görmeyi öğrenir. Günümüz bilimsel çabalarının dünyadan daha yaşanılabilir bir yer arayışı da, bu hakikatin göz ardı edilmesinin bir sonucu olarak ayrıca düşündürücüdür.
Sonuç: Tam Teslimiyetle Gelen Anlam
Tüm bu zorluklara rağmen, insanın sığınacağı yegâne liman tam teslimiyettir. Bu, dünyevi kaygılardan, nefsani arzulardan ve sınırlı düşüncelerden arınarak kalbi yalnızca O'nunla doldurmaktır. Bu teslimiyet, sadece bir irade eylemi değil, aynı zamanda O'na duyulan aşk ve O'nu tanıma (marifetullah) çabasının bir sonucudur. Tam teslimiyet, acıya ve zulme dahi gül kokusu gibi bakabilmeyi, yani bedenen dünyada, ancak batında hakikatte yaşamayı sağlar. Bu yolculuk, dünya hayatını bir amaç değil, asıl olana ulaşmak için bir geçiş süreci olarak görmektir. Böylece insan, varoluşunun en derin anlamını bulur ve kendini keşfeder. İnsan, Mutlak Olan'dan aldığı cüz'i iradeyle, çokluğun perdelerini aşarak, yine O'na tam teslimiyetle ulaşır.
Cevat ORHAN
Yorumlar
Yorum Gönder