Sınırlı Akıldan Sonsuz Tefekküre: Kur'an Işığında Varlık ve Yokluk

Sınırlı Akıldan Sonsuz Tefekküre: Kur'an Işığında Varlık ve Yokluk
Cevat ORHAN
İnsan, varoluşunun başlangıcından beri, evrenin ve kendi hayatının anlamını sorgulayan bir varlıktır. Bu sonsuz arayışta, aklını, dilini ve duyularını birer araç olarak kullanır. Ancak bu araçların, Mutlak Sonsuzluk gibi zamandan ve mekandan münezzeh bir gerçeği tam olarak kavramakta yetersiz kaldığı bir gerçektir. Tıpkı zifiri karanlıkta ya da aşırı aydınlıkta bir şeyi görememek gibi, insan aklı da kimi zaman bilginin yokluğu kimi zamansa bilginin aşırı yoğunluğu karşısında aciz kalır. Bu makale, Kur'an'ın rehberliğinde, sınırlı algılarımızdan yola çıkarak sonsuzluğu tefekkür etme yolculuğunu inceler. Başlangıçta bilimsel keşifler (Big Bang, Kuantum Fiziği) ve tasavvufi düşünürlerin (Mevlana) bakış açılarıyla insanın maddi dünyadaki yerini sorgulayacak, ardından aklın ve kalbin bu yolculuktaki rolünü (İbn-i Arabi, Yunus Emre, Jung) ele alacaktır. "Oku" emrinin ve şimşek metaforunun rehberliğinde (Yesevi, Tesla) gerçeğe giden yolda atılan adımları gösterdikten sonra, son olarak en büyük bilim insanlarının bile vardığı teslimiyet ve had bilme (Newton, Farabi, İbn-i Rüşd) noktasına odaklanacaktır. Makale, bu farklı bakış açılarının Kur'an ayetleri ışığında nasıl birleşerek, nihai hakikat olan teslimiyete ulaştığını anlatmaktadır.
Bir Noktadan Öteye: Maddeden Maneviyatta Yolculuk
Evrenin sonsuzluğu karşısında, dünyamız bir nokta, insan ise bu noktanın içinde neredeyse yok hükmündedir. Gerçekten fiziksel büyüklük önemli olsaydı, ilk icat edilen ve bir daire büyüklüğünde olan bilgisayar, küçücük bir çipten daha değerli olurdu. Oysa asıl değer, fiziksel büyüklükte değil, onun içinde barındırdığı manevi ve soyut potansiyeldedir. Bilim de bu düşünceyi destekler: Big Bang Teorisi, evrenin yaklaşık 13,8 milyar yıl önce tekil bir noktadan, yani sonsuz yoğunluk ve sıcaklıktaki bir "hiclikten" genişleyerek oluştuğunu öne sürer. Bu "hiçlik", fiziksel bir başlangıç noktasıdır ve makalede ele aldığımız Mutlak Sonsuzluk kavramından farklıdır. Big Bang'in "hiçliği", fiziksel bir başlangıç noktasıdır; her şeyin aşırı yoğun bir halidir. Mutlak Sonsuzluk ise, fiziksel yasalarla tanımlanamayan, var olmanın ve var olmamanın ötesinde, her şeyin temelindeki metafiziksel potansiyel ve kaynaktır. Kuantum Fiziği ise, bir parçacığın dalga veya madde olarak görülmesinin gözlemciye bağlı olduğunu göstererek, sınırlı algımızın gerçekliği nasıl şekillendirdiğini ortaya koyar. Bu durum, insanı madde aleminden manevi bir olgunluğa taşıyan yolculuğunu başlattığı için, Mevlana'nın "Hamdım, piştim, yandım" sözüyle özetlenir. Bu yolculukta Kur'an-ı Kerim, evrenin ve dünya hayatının geçiciliğini vurgulayarak bizlere rehberlik eder. Bakara Suresi 164. ayet, göklerin ve yerin yaratılışındaki delillerden bahsederken, Âl-i İmrân Suresi 185. ayet ise "Dünya hayatı ise aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir" diyerek, insanın dikkatini asıl ve kalıcı olan manevi değere çekmektedir.
Sınırlı Akıldan Sonsuz Tefekküre: Kur'an Işığında Varlık ve Yokluk
İnsan aklı, varlığı ve yokluğu, zahiri ve batını ikilikler üzerinden tanımlar. Ancak Mutlak Sonsuzluk'u bu sınırlı kavramlarla anlamaya çalışmak, aklın doğasına aykırıdır. O, bu dualitelerin ötesindedir. Tıpkı İbn-i Arabi'nin Vahdet-i Vücut (Varlığın Birliği) felsefesinde olduğu gibi, varlık ve yokluk, mutlak gerçeğin farklı tezahürleri olarak görülebilir. Akıl, Hegel'in diyalektik yöntemiyle birbiriyle çelişen fikirleri uzlaştırmaya çalışsa da, mutlak gerçeğe tam anlamıyla ulaşamaz. Doğu Felsefeleri de aklın ikili yapısının ötesine geçerek, varlığı bütünsel bir bakış açısıyla kavramayı önerir. Bu düşünceler, aklın nihai sınırlılığını gösterir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de, aklın doğrudan algılayamadığı bir gerçeklik alanına işaret eder:
> Bakara Suresi 3. ayet: "Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar."
Bu ayet, aklın ötesinde, imanın bir idrak kapısı açtığını gösterir. İhlas Suresi'nde yer alan şu ayetler ise, Allah'ın mutlak ve benzersiz varlığını, zaman ve mekânla sınırlı kavramların çok ötesinde olduğunu anlatarak aklın sınırlarını net bir şekilde ortaya koyar:
> "De ki: O, Allah, bir tektir. Allah Samed’dir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi de yoktur."
Aklın ve Kalbin Kesişimi: Varlığı Okumak, Sonsuzluğu Hissetmek
Sonsuzluğa giden yolda sadece akıl yeterli değildir. Kur'an-ı Kerim, asıl kavrayışın kaynağı olarak kalbi işaret eder. Bu, hem tasavvufi hem de modern düşüncede karşılık bulan bir fikirdir. Yunus Emre'nin şiirlerinde dile getirdiği gibi, "gönül" asıl sevgiliye ulaşmanın yoludur ve bu yol, aklın kalıplarını aşan bir aşkla mümkündür. İbn-i Arabi'nin felsefesinde ise "kalb-i arif" (arif kalp), ilahi hakikatleri rasyonel düşünceden bağımsız olarak sezgisel bir şekilde kavrayan merkez olarak tanımlanır. Modern psikolojinin kurucularından Carl Jung bile, insan ruhunun bilinçaltında yatan arketiplerin ve derin sezgilerin, aklın ulaşamayacağı bilgilere erişebildiğini öne sürmüştür. Bu düşünürlerin hepsi, kalbin, aklın verilerini aşan bir idrak gücüne sahip olduğunu gösterir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur:
> Hac Suresi 46. ayet: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Şüphesiz gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur."
Bu ayet, fiziksel duyuların yetersizliğini, asıl idrakin kalple gerçekleştiğini vurgular. Mü'minûn Suresi 78. ayet ise şöyle der:
> "O, sizin için kulakları, gözleri ve kalpleri yaratandır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
Bu ayet, kulak, göz ve kalbin varlığı anlamak için birer araç olduğunu belirtir. Bu, sonsuzluğun hem akılla hem de kalple bir bütün olarak okunması gerektiğine işaret eder.
Oku! Ayetler ve Şimşekler: Mutlak Sonsuz'a Giden Yol
Bu manevi yolculuğun en temel emri, Alak Suresi'nin ilk ayetlerinde geçen "Oku!" emridir:
> "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir."
Bu emir, sadece bir kitabı okumayı değil, tüm varoluşu, evreni ve insanın kendi iç dünyasını tefekkür ederek okumasını ifade eder. Bu yolculuk, Hoca Ahmet Yesevi'nin tasavvufi öğretilerinde bahsettiği gibi, bir hikmet arayışı ve manevi bir yol (tarikat) takip etmeyi gerektirir. Bu yolu arayış, Doğu ve Batı Felsefelerinde de farklı biçimlerde karşılık bulur. Bu okuma süreci, bazen Nikola Tesla'nın elektrikle ilgili keşiflerine benzediği gibi, Bakara Suresi 19-20. ayetler'de geçen şimşek gibi anlık, yoğun ve tecelli dolu anlarla yaşanır.
> "(Münafıkların durumu) gökten sağanak halinde boşalan, içinde karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir..." ve devamında "Neredeyse şimşek gözlerini alıverecek! Aydınlattığı zaman onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce durup kalırlar."
Bu ayetler, şimşeğin ani aydınlanması gibi ilahi işaretlerin, Mutlak Sonsuz'a giden manevi yolculuğun yapıtaşları olduğunu gösterir. Tıpkı En'âm Suresi 97. ayet'te "O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır" buyurulduğu gibi.
İnsanın Had Bilişi: Mutlak Sonsuzluk Karşısında Teslimiyet
Tüm bu yolculuğun vardığı nihai durak, teslimiyet ve haddini bilmektir. İnsan, ne kadar akıllı ve bilgili olursa olsun, Nisâ Suresi 28. ayet'te buyurulduğu gibi "zayıf yaratılmıştır." Bu zayıflığın farkına varmak, "çok bilmişlik"ten ve kibirden uzak durmanın ilk adımıdır. Batı biliminin kurucularından Newton bile, keşifleri karşısında kendisini "deniz kenarında çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk" olarak tanımlayarak, sonsuz bir gerçeklik okyanusuna karşı haddini bilmiştir. Akılcı felsefenin zirvesi olan Farabi ve İbn-i Rüşd'ün düşünceleri dahi, akıl yürütmenin eninde sonunda bir Yüce Varlığı idrak etme noktasına geldiğini gösterir. Tasavvufun en büyük isimlerinden Mevlana ise, bu teslimiyetin en üst mertebesini, benliğin yok olarak (Fenâ), mutlak olana karışması olarak ifade eder. Bu, dünya hayatının gelip geçici oyunlarından sıyrılıp, ruhumuzu Hakka yöneltmektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur:
> Bakara Suresi 112. ayet: "Hayır! Kim muhsin (iyilik eden) olarak kendini Allah'a teslim ederse, onun ecri Rabbi katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
Bu ayet, bu acizliği kabullenmenin ve teslim olmanın huzur ve kurtuluş getireceğini müjdeler.
Sonuç
Sonuç olarak, aklın ve kalbin kesişiminde başlayan tefekkür yolculuğumuz, bizi biricik ve sarsılmaz bir gerçeğe ulaştırmıştır: teslimiyet. Evrenin birer ayet olduğu, insanın ise bu ayetleri okuması gerektiği gerçeği, bizi haddimizi bilmeye ve çok bilmişlikten uzak durmaya davet eder. Çünkü değer, ne maddenin büyüklüğünde ne de insan aklının hırsında yatar; o, bir nokta kadar küçük olan kalpte, Mutlak Sonsuz'u anlama ve O'na teslim olma potansiyelinde saklıdır. Bu teslimiyet, dünya hayatının gelip geçici oyunlarından sıyrılıp, ruhumuzu Hakka yöneltmektir. İşte o zaman insan, O'nda kaybolup yeniden yaratılır ve sonsuzluğun enginliğine ulaşır.
                                           Cevat ORHAN 

Yorumlar

Popüler Yayınlar